&- Bazen insan "VAY BE" diyo; tek satırlık insanları, nasıl roman yapmışım gönlümde. &-Hayatı rakı gibi içerken, kafayı meze niyetine yemişiz. HANİ SARHOŞLUK KOTÜ BİR ŞEYDİ BİZ HER ŞEYİ AYIKKEN KAYBETMİŞİZ. &-Aşk maç gibidir. Ya yenersin, ya yenilirsin. Berabere biterse evlenirsin. ..

DOSTLARIM HOŞ GELDİNİZ İZZET YILMAZ

ekin biçme

   
 Benim çocukluğumda bugünkü Uluderbent Kasabası DERBENT olarak anılırdı. Kısaca DEVRENT te deyiverirlerdi. Köyümüzde sadece tütün dikilir ve hububat ekilirdi. Hayvancılık ve diğer uğraşılar azdı. Ekin biçmek tek başına zor olur , çok zaman alırdı. Halk yakın akrabalar ile değişik yapar, birer gün biribirlerinin işlerinde toplu olarak çalışırlardı. Ekinini biçecek olan , işinde çalıştığı kişileri çağırır bir günde de kendi ekinini biçtirirdi. Toplanan köylü bir günde kocaman bir tarla ekini biçerdi. O gün tarla sahibi katmerler yapar, yayık ayranları hazırlar, bazlamalar , otlu pideler, köpük helvalar ikram ederdi. En kenardan ekin biçene "ENERCİ" EN ORTADAN BİÇENE " GÖZECİ" diye hitap edilirdi. yanık sesliler bir türkü kaldırır tağı taşı inletirdi . insanlar biribirlerini saygıyla dinnler, eğlence yapar gibi ekin biçerdi. Akşama doğru bir ekin tarlasından dağı taşı inletircesine alkışlar, HEYYYY sesleri yükselirse o tarlanın bitmek üzere olduğunu anlardık. Birlikte büyük işler yapar eğlenirlerdi. Benim köyüm yoksuldu, fakirdi ama OSMANLI küyü idi. Orada insanlık bir başka idi. Saygı , sevgi vardı. Bu günkü ULUDERBENT gerçekten de ULU ve namlı idi. Hey benim çocukluğum, hey benim DEVRENT im hey !

Beni Severmisin ANNE ;


Müsait Olunca Beni Severmisin ANNE ;
İçeri girer girmez neşeyle bağırdı:
-Anne biliyor musun bugün yuvada ne oldu?
- Görmüyor musun ? Telefonla konuşuyorum.
Herkesin sevdiği şey birbirine benzemiyordu. Annesi telefonu babası
arabayı seviyordu.

Herşey erteleniyordu telefon ve araba söz konusu olduğunda... Bir de
eve misafir gelecek oldu mu kendisine hiç yer kalmıyordu.
Nerelere gitseydi? Annesi kapattı telefonu.

Mutfaktan tencere sesleri geliyordu. Koşarak yanına gitti:

-Sana yardım edeyim mi ? dedi en sevimli halini takınarak. Annesi
manalı manalı baktı:
-Hayırdır? Bir yaramazlık mı var? Bak bir de seninle uğrasmayayım. Çok
yorgunum zaten.

Yorgunluk nasıl birşeydi ? Bazen elinde oyuncağıyla uykuya daldığında
anneannesi oyuncağı yavaşça elinden alır :
-Nasıl yorulmuş yavrucak. Uykunun gülkokulu kolları sarsın seni
diyerek alnına bir öpücük konduruverirdi.

Yorgunluk gül kokulu bir uykuya dalmaksa eğer neden annesi kendisiyle
böyle kızgın kızgın konuşuyordu.

-Anneciğim yorulduğun zaman gül kokulu uykulara dalarsın. Anneannem
öyle söylüyor.

-Uykuya dalayım da gül kokuları kusur kalsın.Yorgunluktan ölüyorum.

Bu kelimeden nefret ediyordu.'Yorgunum yorgun olduğumdan böyle yorgunken'....

-Anneciğim sen yorulma diye...

-Yemekte konuşuruz çocuğum.Bankada işler yetişmedi. Baban gelene kadar
bunları bitirmem lazım.Hadi sen oyna biraz.

Hani siz yoruluyorsunuz ya...Eeee....Bende oynamaktan yoruluyorum.Ne
yapayım bilmem?

Yapılmaması gerekenleri biliyordu da büyükler yapılması gerekenleri
hiç bilmiyorlardı. Işıklar söndü birden.
Annesi öfkeyle söylenmeye başladı.

-Mum da yok ! diye diye karıştırdı dolapları elyordamıyla.
Çocuk sırtüstü yatıp anneannesi nin köyünü düşündü.Gaz lambasının
ışığında deli tavşan masalını anlatışını.

Deli tavsanın duvardaki aksini getirdi gözlerinin önüne. Anneannesi
gibi iki ellerini birleştirip işaret parmaklarını yukarı kaldırarak
tavşan kafası yaptı.

''Bak deli tavşan'' diyerek parmaklarını oynattı.Yoldan geçen
arabaların farları duvardaki tavşana yol açtı.Tavşan alabildiğine hür
dolaştı sağda solda. Otlarla kuşlarla konuştu. Sonra yorgun düştü
.Duvardaki görüntü minik avuçların açılmasıyla kayboldu. Kolu yavaşça
kanepeden aşağı sarktı.Sonra ışıklar geldi.

Kadın çocuğun hiç konuşmadığını akıl etti.Birden kanepeye koştu.
Küçücük dizlerini karnına doğru çekerek uykuya dalmıştı.

Masanın üstündeki dosyalara baktı iğrenerek.Dindirilmez bir pişmanlık
doldurdu içini.

Uyandırmaktan korka korka küçük alnına bir öpücük kondurdu.

Çocuk sanki bir ipucu bekliyormuşcasına aralanan gözleriyle mırıldandı;
- İşin bitince beni sever misin anne? dedi.

Kadın sevilmek için randevu alan çocuğuna bakarak sabaha kadar ağladı.

****
Bazen bir mimiktir sevgi, bazen bir dokunuş, bazen özlemdir, bazen hüzün,bir gözyaşıdır, bir iç çekiş bir tebessümdür sevgi ifadesi çok ama bazen unutuğumuz göstermeye korktuğumuz bir duygdur...

Lütfen sevgimizi yarınlara ertelemeyelim. Hayat telaşına kaptırıp
kendimizi sevdiklerimizi ihmal etmeyelim.Unutmayalım ki yaşamın en
guzel yanı sevgidir. Sevdiklerinize sevginizi bugün gösterin söyleyin.

Unutmayalım ki yarın kimseye vaat edilmemiştir.



kıssadan hisseler

K I S S A D A N - H İ S S E
AYAKKABICI, yeni getirdiği malları vitrine yerleştirirken, sokaktaki bir çocuk onu izlemekteydi. Okullar kapanmak üzere olduğundan, spor ayakkabılara rağbet fazlaydı. Gerçi mallar lüks sayılmazdı ama, küçük bir dükkan için yeterliydi. Onların en güzelini ön tarafa koyunca, çocuk vitrine doğru biraz daha yaklaştı. Fakat bir koltuk değneği kullanmaktaydı. Hem de güçlükle..
Adam ona bir kez daha göz attı. Üstündeki pantolonun sol kısmı, dizinin alt kısmından sonra boştu. Bu yüzden de sağa sola uçuşuyordu. Çocuğun baktığı ayakkabılar, sanki onu kendinden geçirmişti. Bir müddet öyle durdu. Daldığı hülyadan çıkıp yola koyulduğunda, adam dükkandan dışarı fırlayıp:
"Küçük!. diye seslendi. Ayakkabı almayı düşündün mü? Bu seneki modeller bir harika!. "
Çocuk, ona dönerek: "Gerçekten çok güzeller!." diye tebessüm etti. "Ama benim bir bacağım doğuştan eksik".
"Bence önemli değil!". diye, atıldı adam. "Bu dünyada her şeyiyle tam insan yok ki!. Kiminin eli eksik, kiminin de bacağı. Kiminin de aklı ya da imânı."
Küçük çocuk, bir şey söylemiyordu. Adam ise konuşmayı sürdürdü: Çocuğun kafası iyice karışmıştı. Bu sefer adama doğru yaklaşıp: "Anlayamadım!". dedi. "Neden öyle olsun ki?"
"Çok basit!". dedi, adam. "Eğer imanımız yoksa, cennete giremeyiz. Ama ayaklar yoksa, problem değil. Zaten orda tüm eksikler tamamlanacak. Hatta sakat insanlar, sağlamlara oranla, daha fazla mükafat görecekler."..
Küçük çocuk, bir kez daha tebessüm etti. O güne kadar çektiği acılar, hafiflemiş gibiydi. Adam, vitrine işaret ederek: "Baktığın ayakkabı, sana yakışır!. dedi. "Denemek ister misin?"
Çocuk, başını yanlara sallayıp: "Üzerinde 30 lira yazıyor," dedi. "Almam mümkün değil ki!."
"İndirim sezonunu, senin için biraz öne alırım!." dedi adam."Bu durumda 20 liraya düşer. Zaten sen bir tekini alacaksın, o da 10 lira eder".
Çocuk biraz düşünüp: "Ayakkabının diğer teki işe yaramaz!". dedi. "Onu kim alacak ki?"
"Amma yaptın ha!." diye güldü adam. "Onu da, sağ ayağı eksik olan bir çocuğa satarım." Küçük çocuğun aklı, bu sözlere yatmıştı. Adam, devam ederek: "Üstelik de öğrencisin değil mi?" diye sordu. "İkiye gidiyorum!". diye atıldı çocuk. "Üçe geçtim sayılır."
"Tamam işte!". dedi adam. "5 Lira da öğrenci indirimi yapsak, geri kalır 5 lira. O da zaten pazarlık payı olur. Bu durumda ayakkabı senindir, sattım gitti!."
Ayakkabıcı, çocuğun şaşkın bakışları arasında dükkâna girdi. İçerdeki raflar onun beğendiği modelin aynısıyla doluydu. Ama adam, vitrinde olanı çıkarttı Bir tabure alıp döndükten sonra, çocuğu oturtup yeni ayakkabısını giydirdi.Ve çıkarttığı eskiyi göstererek "Benim satış işlemim bitti!". dedi. "Sen de bana, bunu satsan memnun olurum."

"Şaka mı yapıyorsunuz?" diye kekeledi çocuk. "Onun tabanı delinmek üzere.Eski bir ayakkabı, para eder mi? "
"Sen çok câhil kalmışsın be arkadaş.." dedi, adam."Antika eşyalardan haberin yok her halde. Bir antika ne kadar eski ise, o kadar para tutar. Bu yüzden ayakkabın, bence en az 30- 40 lira eder. "
Küçük çocuk, art arda yaşadığı şokları, üzerinden atabilmiş değildi. Mutlaka bir rüyada olmalıydı. Hem de hayatındaki en güzel rüya. Adamın, heyecandan terleyen avuçlarına sıkıştırdığı kağıt paralara göz gezdirdikten sonra, 10 liralık banknotu geri vererek: "Bana göre 20 lira yeterli.." dedi. "İndirim mevsimini başlattınız ya!.. "
Adam onu kıramayıp parayı aldı. Ve bu arada yanağına bir öpücük kondurdu. Her nedense içi içine sığmıyordu. Eğer bütün mallarını bir günde satsa, böyle bir mutluluğu bulamazdı.
Çocuk, yavaşça yerinden doğruldu. Sanki koltuk değneğine ihtiyaç duymuyordu. Sımsıcak bir tebessümle teşekkür edip: "Babam haklıymış!". dedi. "Sakat olduğum için, üzülmeme hiç gerek yok!". demişti.

yaşanmış hikayeler

Bir zamanlar Doğu’nun şehirlerinden birinde, zengin ve varlıklı bir adam ölmüş. Haberciler ve tellallar şehrin sokaklarına yayılıp halka şöyle seslenmişler:
“Ey ahali! Bildiğiniz gibi Veli Ağa vefat etti. Önemli bir vasiyeti var. Ahiret hayatına alışabilmek için yardımcı arıyor. Kim mezarda geçireceği ilk gecede ona eşlik ederse, Veli Ağa’nın servetinin yarısı kendisine verilecektir.”

Tellalların onca bağırıp çağırmalarına rağmen, kimse bu ilginç teklife talip olmaya cesaret edemedi. Akşama doğru, şehrin en fakir adamlarından biri olan hamal, bakmış ki, elinde mal olarak bir küfe ve ipten başkası yok. “Hamal olarak yatar, ağa olarak kalkarım” diyerek koşmuş ve diri diri mezarda gecelemeye talipli olmuş.

Ertesi gün, genişçe bir mezar kazmışlar. Bir tarafına iyice kefenlenen Veli Ağa’yı bir tarafına da hamalı yatırıp mezarı kapatmışlar.

Az sonra sual melekleri çıkıp gelmiş. “İkisi de artık bize emanet” diye aralarında konuşuyorlarmış. Biri:

“Öyle de..” demiş. “Zengin olan zaten burada kalıcı, önce şu hamaldan başlayalım.”

Öteki melek bu teklifi makul görmüş ve hamalın baş ucuna gidip sorguya başlamışlar:

“Dünyada malın mülkün var mıydı?”

“Alay etmeyin” demiş hamal. “Sırtımdaki küfeden ve ipten başka bir şeyim hiç olmadı benim.”

“Öyleyse söyle bakalım” demiş melekler. “O küfe ile ipi hangi kazançla nasıl aldın?”

Hamal başlamış anlatmaya:

“Beş kişinin malını on kuruşa taşıdım. İkisini yedim sekizini sakladım. Ertesi gün de aynı işi yaptım. Böyle böyle para biriktirdim. Yemedim içmedim, ucuza taşıdım ve bunları aldım.”

Melekler:

“Olmadı” demişler. “Olmadı hamal efendi. Falancadan aldığın para hak ettiğinden çok azdı. Biz bunun hesabını ondan soracağız. Filancaya da çok ucuza taşımıssın, bunun da hesabını ondan soracağız”

“İyi ama..” demiş hamal. “hakettiğim parayı isteseydim, bana taşıtmazlardı ki...”

“Sen merak etme” demiş melekler. “Nasıl olsa ikisi de buraya gelecek, o zaman biz sorarız bunların hesabını.”

Ve sorguya devam etmişler:

“Sen bir daha söyle bakalım. Kazandığının ne kadarını yedin, ne kadarını biriktirdin?”

“VALLAHi” demiş hamal. “Genelde hep yarı yarıya... On aldıysam beş sakladım, beş yedim. İki kazandıysam, birini kenara attım.”

“Olmadı” demiş melekler. “Bu iş hiç olmadı. Sen hem kendinin hem de çoluk çocuğunun boğazından kısmışsın. Hem kendi nefsine, hem de onların nefislerine zulmetmişsin. Bu günahtır bilmez misin?”

Hamal ne cevap vereceğini düşünürken kan ter içinde kalmış. Ve bütün bir gece melekler sormuş o kıvranmış, melekler sormuş o kıvranmış.. Nihayet sabah olmuş ve mezarı açıp onu dışarıya çıkarmışlar.

Hamal bakmış, kadı efendi dahil bütün şehir kabrin başına toplanmış. Hatta mehter takımı bile hazır bekliyor.
Kadı, mezardan kendisini dışarıya atan hamala:

“Afferin hamal efendi, kimsenin cesaret edemediği bir işi yaptın. Ama mükafatını da göreceksin. Artık zengin bir adamsın.”

Halkan bir alkış ve ‘Yaşasın’ kopmuş.

Hamal:

“İstemem! İstemem! VALLAHi istemem!” diye bağırmış. “Ben, bir iple bir küfenin hesabını sabaha kadar veremedim. Onca servetin hesabını nasıl veririm. Kim isterse o alsın. Hesabını da alan versin!